Yeraltı ve Arap Camiileri Gezi Rehberi
Küçükken cami ziyaretine gittiğimizde büyükler aman sessiz olun aman koşmayın diye ikide bir uyarırlardı bizi. Oysa öyle olmamalı ben bir minikle camiye girdiğimde kısıtlamıyorum onu. Zevk almalı çocuk camide olmaktan. Evi gibi benimsemeli.
Edirne Selçukludan kalan eski mimariyi olduğu kadar 16. yy klasik mimarisini de açıkça gösterir bir yapıya sahiptir. “Eski cami” ve “ üç şerefeli cami” selcuklu izlerini taşırken mimar Sinan’ın ustalık eseri olan Selimiye cami klasik Osmanlı mimarisini zirve noktasını bütün haşmeti ve ihtişamı ile ortaya koyar. Eğer imkanım olsa idi yeniden üniversite okuma şansına sahip olsaydım, sanat tarihi bölümünü bitirmek isterdim. Kimi zaman eserlere bakarken keşke tüm ayrıntılarına vakıf olabilsem diye çok geçirmişimdir içimden.
İstanbul’da elbette bir çok güzel camiye ev sahipliği yapmakta, elimden geldiğince büyük bir kısmını ziyaret etmişimdir. Süleymaniye, Fatih, Beyazıt, Mihrimah en bilinen camileri İstanbul’un. Fakat her ne kadar bu camileri seviyor olsam da, asıl kenarda kalmış ufacık camilerde evimde gibi hissederim kendimi.”Yeraltı cami” ve “Arap cami”, işte bu bahsettiğim türden. Her ikisi de Karaköy’de yer alıyor. Bildiğimiz camilerin mimarisinden biraz farklılar. Beklide bana çekici gelen en önemli özellikleri de budur.
“Yeraltı cami” adı üzerinde yerin azıcık altında, merdivenle aşağıya inliyor ve hoş bir atmosferi var. Bizans döneminde zindan olarak kullanılıyormuş. İki sahabe efendimiz İstanbul’un fethine mahzar olabilmek maksadıyla Konstantinapoli’ye gelmişler ve zindana atılmışlar. Ömürleri vefa etmeyince de burada vefat etmişler. Konstantinapoli, İslambol olduktan sonra onların hürmetine camiye çevirmişler eski zindanı. Caminin önden ve arkadan olmak üzere iki girişi var. Ön giriş yerle aynı mesafede. Hatta ilk gittiğimde aynı mesafede olan bir yere neden yer altı demişler diye anlam verememiş arka kapıyı görünce anlamıştım. Eğim olduğu için, ön kapıdan düz ayak girilebilirken arka kapıdan ancak merdiven basamaklarının inilmesi ile camiye girilebiliyor.
“Arap cami” ise bambaşka bir yapıda. Arap camiinin adını ilk olarak çocukken okumuş olduğum Mustafa Sepetçioğlu’nun kitaplarında duymuştum. İstanbul’a yerleştikten sonra merak etmiş ve bir arkadaşımla beraber gitmiştik. Kiliseden çevirme bir cami ve daha evvel hiç görmediğim bir yapıda yani dikdörtgen şeklinde malum bizim bildiğimiz genelde yuvarlak olanlardır. Minaresi bile dikdörtgen şeklinde, kiliseden çevirme olduğu için. Ne varki avlusu oldukça harap bir halde bakımsızlığı herşekilde anlaşılıyor. İçi ahşaptan yapılmış. Tavanı ahşap oyma, gittiğinizde saatlerce öylece kalakalıyorsunuz. Hele birde gün batımı vakti ise güneş ışıkları namaz kılanların üzerinde türlü şekillerde yansıyor.
Arap cami hakkında ilk bilgilerim camiyi, II.Beyazıt zamanında İstanbul’a gelmiş olan Arapların yaptığına dair idi hatta türk mimarisine benzememe yuvarlak olmama gibi sebeplerin buna bağlı olduğunu okumuştum. Fakat daha sonra daha detaylı ve akademik yazılara baktığımda aslının öyle olmadığını öğrendim. Evet Karaköy civarına Arap muhacirler yerleştirilmişti ama caminin asıl binası Bizans’tan kalma bir küçük kilise imiş. Önce bu küçük haliyle camiye çevirmişler ardından ihtiyaca binaen daha büyütmişler. Civarda Araplar yaşadığı içinde Arap Camii olarak anılmaya başlanmış. Çan kulesi minareye çevrildiği içinde minaresi bildiğimiz usul yuvarlak değil köşegen olmuş.