Dünyanın En Eski Medeniyetleri
Bu Bölgede Medeniyet Kurmuş Milletlerin Kalıntıları
Maya Takvimi
Güney Amerika’da, dördüncü binyılın sonlarına doğru bir uygarlıkta daha güçlü bir gelişimin gerçekleştiğine dair kanıtlar vardır. Bizim takvimimizle M.Ö. 12 Ağustos 3114’de Maya takvimi ortaya çıkmıştır. Mayalar, bizim bugün kullandığımız Gregorian takviminden daha doğru olan bir tarihlendirme sistemini bulmuş sıradışı insanlardır.
Dünya, güneş etrafındaki dönüşünü tam sayıda günde tamamlamaz. Çoğu okul öğrencisinin bildiği gibi yılda 365 gün vardır. Ama tam olarak değil. Doğrusunu söylemek gerekirse, her dört yılda bir, bir gün eklememizi gerektirecek şekilde tam olarak 365.25 gündür. Bu, onaltıncı yüzyılın sonlarına kadar batı Avrupa’da kullanılan orijinal Julian takviminin temelidir. Ancak yeterince doğru değildir.
Aslında bir yıl 365.25 günden onbir dakika ve birkaç saniye daha kısadır. Bu yüzden de zaman içinde takvimle mevsimler arasında bir ayırım ortaya çıkmaktadır. 1582 yılında takvimi aydönümüyle aynı konuma getirmek için Papa 13. Gregory, fazladan on günü bulunan bir takvim bastırdı. Julian takvimini yeniden düzenleyerek bir yüzyıl kapayan ve 400’e bölünemeyen yıllar sıradan yıllar olacak ve artık yıllar sayılmayacaktı. Bu Gregorian sistemine göre 1600 ve 2000 (400’e bölünebilen) yıllar artık yıllarken, 1700, 1800 ve 1900 böyle değildir. Bugün bu sistemi kullanmaktayız.
Maya sistemi karmaşıktır. Tzolkin denen 260 günlük bir temele dayanır ve belirsiz bir 365 gündür. Takvimlerini aydönümüne uydurmak için kullandıkları yöntemi anlatmak için yeterince yerimiz yok. Diğer kültürlerde olduğu gibi sistemleri güneşin hareketini temel almaktadır ama Venüs gezegeninin dairesel devrini kullanarak hesaplamalar yapmaktadırlar. Örneğin bir Baktun, 144,000 gündür. Onüç Baktun, tam bir çağ dönümüdür. Şu an içinde bulunduğumuz Baktım, 22 Aralık 2012’de tamamlanacak. 5000 yıllık bir süreçte, Maya takvimi Gregorian takviminden daha doğrudur.
M.S. 100 yıllarına kadar Maya bilinen bir uygarlık olmamasına karşın, takvimlerini M.Ö. 3114’de başlatmışlardır. Mayalar, M.S. 600 ile 800 yılları arasında Altın Çağ’larını yaşamış, sonra da şehirlerini bırakarak ortaya çıktıkları gibi gizemli bir şekilde kaybolmuşlardır. Tıpkı Mısırlılar gibi Mayalar da piramitler, dev heykeller inşa etmiş ve tam bir yazı sistemi geliştirmişlerdir.
Ne var ki, Maya takviminin başlangıç tarihinin de bizimki gibi önemli bir olaya dayandığı bellidir. M.Ö. 12 Ağustos 3114’de Mayalar için bu kadar özel ne olmuştu ki?
Bunu asla kesin olarak bilemeyeceğiz. Aztekler’i ve diğer Kızılderililer’i Hıristiyanlık dinine çevirme hevesine kapılmış olan İspanyollar, bütün yazılı bilgileri yokettiler. Yucatân Piskoposu Diego de Landa, şöyle demektedir: “Bu karakterlerle yazılmış çok sayıda kitap bulduk ama batıl inanç ve yalanlardan başka bir şey içermedikleri için hepsini yaktık.”
Neyse ki anıtların üzerine büyük karakterlerle kazıdıkları bazı yazılar kaldı ve dilimize çevrildiğinde Maya takvimi, sayı sistemleri, mitleri ve tarihleri hakkında biraz bilgi edindik.
Mayalar, takvimleri icat etmeleriyle tanınmalarının yanında, eski bir Meso-Amerikan uygarlığı olan Olmekler’den yola çıktıklarına dair bazı kanıtlar vardır. Bu insanlar hakkında fazla bilgi yoktur ama uygarlıklarının başlangıç tarihinin M.Ö.1500 yılları olduğu sanılmaktadır; takvimin başladığı M.Ö. 3114’den hâlâ biraz yakında. İleride yapılacak başka arkeolojik araştırmalar yeni cevaplar bulabilir. Ancak Ölmekler hakkında asıl ilginç nokta, heykelleridir. Biri beyaz, diğeri siyahi olan iki ırka ayrılmaktadırlar. Bu durum, bu insanların kökeninin Amerikalı değil, Atlantik Okyanusu’nun diğer yanından gelen insanlar olduğunu göstermektedir.
Kolomb’dan önce Avrasya ve Amerika kültürleri arasında bir bağ olduğu fikri yeni değildir. Kıtalar arasındaki fikirler, dil ve mimari arasında benzerlikler vardır. Thor Heyerdahl’ın 1970’lerde yayınladığı Ra II’de anlattıklarına göre antik Mısırlılar sazdan yapılmış tekneleriyle Atlantik’i aşmışlardır. Bu teknelerin tarzı ve yapıları, Peru’daki Titicaca Gölü’nde bulunanlarla büyük bir benzerlik göstermektedir. Diğer bazıları ise ünlü gezgin ve denizcilerin Atlantik’i ilk aşan insanlar olduğu fikrinde ısrar etmektedirler.
İasos
Kalıntılar, Milas’a 18 kilometre uzaklıkta yer alan Kıyıkışlacık Köyü’nde bulunmaktadır. 1929 yılında Asın Kuren adıyla kurulan köyün adı 1960’lı yıllarda Kıyıkışlacık olarak değiştirilmiştir. Yaklaşık 2000 kişinin yaşadığı köyün en büyük geçim kaynağı balıkçılık ve zeytinciliktir.
Güllük Körfezi’nin kenarında yer alan köy, karşı sahildeki komşularının aksine sakin bir yerleşim yeri. Mitolojiye göre, İasos, Mandalya Körfezi’nde Güllük’ün karşısında Kıyıkışlacık Köyü’nde bir yarımada üzerinde Yunanistan’dan gelen Argoslu Kolonistler tarafından kurulmuştur. Sonraki dönemlerde Milet’ten gelen göçmenler gelip buraya yerleşmişlerdir. Kentin tarihi, MÖ 3 binin sonuna kadar uzanmaktadır.
Batı Anadolu kıyılarındaki en başarılı arkeolojik çalışmalardan biri olan Iasos araştırmaları Charles Texier ile başlamış, Profesör Doro Levi’nin ardından Profesör Clelia Laviosa tarafından sürdürülmüştür. İtalyan kazı ekibinin başkanlığını günümüzde Profesör Fede Berti yapmaktadır.
Dış Surlar
İlk çağ kentinin biraz dışından başlayan ve yaklaşık 1,5 kilometre devam eden surlar, tamamlanamamış bir ön savunma düzenine aittir.
Bouleuterion
Agoranın güneyinde dikdörtgen biçiminde bir yapıdır. Yapımı, İasos’un Miletlilerin kontrolü olduğu dönem olan MS 1. yüzyıla dayanmaktadır. Birisi binanın kuzey tarafında, diğeri de binanın ön duvarında bulunan iki girişle toplantı odasına ulaşılabilmektedir. Bu bölümden dar bir geçit kullanılarak Agora stoasının doğusunda bulunan arşive ulaşılmaktadır. Binanın Roma döneminden kalan son hali Milet Bouleuterionu’na benzemektedir. Günümüzde bina duvarının kalıntıları, oturma bölümünün bazı parçaları ve kapalı koridor görülebilmektedir.
Tiyatro
Çevresi büyük boy taşlarla harçsız olarak yapılan tiyatro çok eğimli bir bölüm üzerine yapılmıştır. Yirmi bir sıra olan merdivenler hepsi beyaz mermerden yapılmıştır ve epeyce sağlam olarak günümüze kadar ulaşmıştır.
Balık Pazarı
İlk kazı çalışmaları sırasında kentin biraz dışında yer alan bu yapının, eski dönemde balık ticareti için yapılan bir Pazar olduğu düşünülmüştü. Ancak daha sonra ele geçirilen bulgularla buranın Roma döneminden kalma bir anıt mezar olduğu anlaşıldı. Ancak belki daha romantik geldiğinden dolayı hala bu adla anılmaktadır. Son dönemlere kadar kazı deposu olarak ta kullanılan yapı, burada kazı yapan İtalyan heyetinin desteği ile bir açık hava müzesine dönüştürüldü. Bir bekçi bulunamadığından dolayı çoğu zaman kapalı olan yapı köyün girişinde, kalıntılardan uzak olmasına rağmen önemli ilgi alanlarından birisi.
YUNUSLU ÇOCUK
Tarihçi George Bean’in ”Karia” adlı kitabında yazdığı; ”Büyük İskender’in ilgisini çeken bir başka İasoslu da, yunus tarafından sevilmek gibi bir şansa sahip olan erkek çocuktu” satırları, İasos halkının denizle ve balıkçılıkla nasıl bütünleştiğini daha iyi anlatıyor. Hem yerli hem yabancı turistlerin büyük ilgisini çeken ”Yunuslu Çocuk” öyküsü, İasos’ta asırlardır dilden dile, kulaktan kulağa aktarılıyor.
Olay, İasos’ta ki erkek çocukların gimnazyumda çalıştıktan sonra denizde yıkanmaları geleneğinin sürdüğü günlerde yaşanıyor. Çocuklar denizde yıkanırlarken, kıyıya yaklaşan bir yunus çocuklardan birini sırtına alıyor. Çocukla birlikte açıklara giden yunus, bir süre sonra çocuğu yeniden kıyıya bırakıyor. Bunu duyan İskender, çocuğu Babil’e getirtiyor ve deniz tanrısı Poseidon’un rahibi yapıyor.
Bununla ilgili anlatılan bir efsanede şöyledir: Bir yunus balığı, annesinin kucağında dolaşan Hermiyas’ı denize çağırır. Çocukta bu çağrıya uyarak denize atlar. Denize açılan bütün balıkçılar annesine Hermiyas’ı gördüklerini söylerler, ancak kadın hala deniz kıyısında çocuğunu beklemektedir.
Hititler
Hititler’in Anadolu’ya göç tarihleri kesin olarak bilinmemektedir. MÖ 2000 yıllarında Hint-Avrupa kavimlerinin doğuda Kafkasya üzerinden Anadolu’ya girdikleri en kabul gören tezlerdendir. Tezlerden bir diğeri Çanakkale Boğazı’ndan, bir başkası ise, Karadeniz’den geldikleri varsayımıdır. Yeni gelenler yerli Anadolu Hatti Beylikleri’ni egemenlikleri altına almışlar, kısmen politik ve askeri, bir dereceye kadar da ekonomik gücü ellerinde tutmuşlardır.
MÖ II.bin başlarında, Yukarı Mezopotamya’daki Assur şehrinin zengin tüccarlarının Anadolu ile yoğun bir ticari ilişkiye girmiş olduklarını görüyoruz Orta Anadolu’nun geniş toprakları üzerinde kurulan küçük krallık veya beylikler, “Karum” adı verilen pazar yerleri ile son derece canlı birer ticaret merkezleriydiler.
Koloni Çağı’nı izleyen Eski Hitit (M.Ö. 18.yy.) ve Büyük Hitit Krallığı dönemleri sonunda, takriben 1200 yıllarında batıdan gelen ve Deniz Kavimleri diye adlandırılan toplulukların istilası ile Hitit İmparatorluğu son bulmuş ve Hititler yaşamlarına şehir beylikleri halinde devam etmişlerdir.
Başkentleri: Hattuşa
Anadolu’da ilk kez organize devlet kuran Hititleri’in başkenti olan Boğazköy (Hattuşa), dağlık-engebeli bir arazi kurulmuş olup Çorum,a uzaklığı 82 km’dir. Boğazköy’ün gerçek tarihi M.Ö. 1900’den az sonra başlar. Geç Hitit ve Asur belgelerinden öğrendiğimize göre Boğazköy; Hattuştu ve Pijusti adlı krallarla son bulan bir hanedanlığın merkezi idi. M.Ö. 19. ve 18. yy.’da Hitit öncesideki dönemde Boğazköy’de, Hattiler ve Asurlu tüccarlar da konaklamaktaydılar.
Şehirde Asurlu tüccarların ticaret yaptıkları “karum” denilen bir pazar yeri bulunmaktaydı. Boğazköy, M.Ö. 1200 yıllarına kadar Hititler’in başkenti olma özelliğini korumuştur. İlk Hitit kralı olarak Hattuşa’lı anlamına gelen Hattuşili’yi görüyoruz. Kentin asıl merkezini büyük kale teşkil eder. Büyük kalenin kuzeybatı yamacında Hitit İmparatorluk dönemine ait özel evler ile Büyük Mabed’in yer aldığı “aşağı şehir” bulunmaktadır.
Şehrin güney kısmını teşkil eden “yukarı şehir”; M.Ö. 13. yy kralları tarafından yapılmış sandık şeklindeki surlarla çevrilmiştir. Bu surda Kral Kapısı, Potern, Sfenskli Kapı, Aslanlı Kapı yer almaktadır. Yukarı şehir içinde Yenice kale ve Sarıkale tahkim edilmiş olarak yapılmıştır. Hitit Krallığı; M.Ö. 1200’deki Deniz Kavmi Göçleri sonunda Trak asıllı kavimlerin baskıları sonucu yıkılmış olup, dolayısıyla Boğazköy de başkent olma özelliğini kaybetmiştir. M.Ö. 750 yılında Friklerin yerleşimine sahne olmuştur.
Hellenistik çağda ise Boğazköy; büyükçe bir yerleşim alanı olmaktan öte gidememiştir. Bizans çağında da iskan edildikten sonra Boğazköy’e 18. yy.’da bugünkü sakinleri yerleşmiştir. Antik Hattuşa harabeleri ile Yazılıkaya Açık Hava Mabedi birer açık hava müzesi olarak önem taşımakta olup, ayrıca; Milli Park projesi kapsamına alınmış ve Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilmiştir.
COĞRAFYA
Küçük Asya’ya İ.Ö. 2. binyılın başlarında gelen Hititler egemenliklerini İ.Ö. 13. yüzyıl sonlarına kadar sürdürdü. Bu uygarlığa ait kalıntılar Anadolu’nun büyük bir kesimine yayılmış olmakla birlikte, günümüzde özellikle dikkat çekenler Boğazkale, Yazılıkaya, Alacahöyük ve Ortaköy gibi Hitit merkezleri.
Konya’nın Halkapınar ilçesine bağlı Aydınkent köyü yakınında İvriz Kaya Kabartması, Kayseri’nin Develi ilçesine bağlı Gümüşören köyündeki Fraktin Anıtı gibi Hatti kalıntılarının yanı sıra Gaziantep’in İslahiye ilçesindeki Zincirli Höyük, Karkamış, Adana’nın Kadirli ilçesindeki Karatepe gibi geç Hitit beyliklerine ait kalıntılar da görülmeye değer. Hitit kazılarındaki buluntuların büyük bir kısmının sergilendiği Ankara Anadolu medeniyetleri Müzesi, Hititlerin izini sürenlerin ilk durağı.
KÖKENLERİ
İndo-German kökenli Hititlerin tarih sahnesine çıkıp İsa’nın doğumundan 20 yüzyıl önce KüçükAsya topraklarında yaptığı işlerde, İsa’nın doğumunda 20 yüzyıl sonrasının insanları bizler için de ibret alınacak çok şey bulunur. Çünkü Hititolog Albrecht Götze’nin dediği gibi “Avrupalı ulusların kültür dünyasında görünmeleri Hititlerle başlar; bu da onların ilginçliğini daha da arttırmaktadır” Hititler kuzeydoğudan mı gelmişlerdi, yoksa kuzeybatıdan mı?
Bunu henüz kesinlikle öğrenemediğimiz gibi, geldikleri zaman asıl adlarının da ne olduğunu bilmiyoruz. Kuşkusuz birkaç bin kişiden fazla değildiler, fakat buranın yerli halkı Proto-Hatti’lerden daha gelişmiş ve daha becerikli oldukları hemen anlaşılıyor. Meydana çıktıkları andan itibaren siyasal yönetim ile askeri güç arasında çok ender dengesizlikleri var. Başka bir deyişle, öylesine güç kazanıyorlar ki, yayılmalarına karşı çıkmayı kimse göze alamıyor. Ayrıca siyasal açıdan büyük yetenek sahibi oldukları besbelli. Öyle ki, çiğneyip geçtikleri ulusları köle yapmıyorlar, aksine onları bir sadakat ilişkisi içinde eritmeyi başarıyorlar.