Atatürk’ün İnancı Nasıldı?
Bir bilgenin ‘Siperlerde inançsız asker olmaz’ sözü, biz askerleri çok iyi ifade eder. Çatışmanın zor şartlarını yaşarken, hiçbir çarenin kalmadığı hallerde insan bir yerlere sığınmak, bir yerlerden yardım bulmayı diler. Savaşçılar bunu çok iyi bilir ve böyle zor anları yaşamak hiç de kolay değildir. Unutulmamalıdır ki kendisi de bir savaşçı olan Atatürk, bunu pek çok kereler muharebe meydanlarında yaşayan, büyük zorluk ve mücadelelerle geçen yaşamı boyunca inancını hiç kaybetmeyen bir insandır.
Gerek Atatürk’ü yakından tanıyan kişilerin aktardıkları bilgiler, gerekse Atatürk’ün hayatını anlatan güvenilir kaynaklar incelendiğinde Atatürk’ün materyalist, din karşıtı olması bir yana, aksine inançlı, samimi bir Müslüman olduğu açıkça görülecektir. Atatürk’ün sağlam bir inanca ve din bilgisine sahip olduğu, çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda açıkça kendini göstermektedir.
Atatürk; Türk insanının yaşadığı dinin gerçek İslam’dan uzak, hurafeler ve batıl inançlar üzerine kurulu olduğunu ve aslından uzaklaştırılmış bu dinin, Türkiye’yi hızla karanlığa doğru götürmekte olduğunu görüyordu. Bu gidişi durdurmanın tek çaresi vardı. O da, hurafeleri, batıl inançları içinde barındırmayan, Atatürk’ün ‘akla, fenne, ilme uygun…’ (1) dediği, dinin özünü teşkil eden Kuran’ın ve gerçek İslam’ın halka anlatılması idi.
Geliniz Atatürk’ün bu konuda söylediklerini kendisinden nakledelim.:
a.. ‘Türkler İslam oldukları halde, bozulmaya, yoksulluğa, gerilemeye maruz kaldılar; geçmişin batıl alışkanlık ve inançlarıyla İslamiyet’i karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslamiyet’ten uzaklaştıkları için, kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar. Gerçek İslam’ın çok yüce, çok kıymetli gerçeklerini, olduğu gibi almamakta inatçı bulundular. İşte gerilememizin belli başlı sebeplerini bu nokta teşkil ediyor.’ (2)
b.. ‘Türk Kuran’ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın’ (3)
c.. ‘Türkler, dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran, Türkçe olmalıdır.’ (3)
d.. ‘Türk insanı Kuranı kendi ana dili ile okursa daha dindar ve de asıl benimsediği dinin yüceliğini derinden ve şuurla kavramış olacaktır.’ (4)
a.. ‘Türk milleti Arapça öğrenmedikçe asırlardır ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin bile anlamını bilmediği halde, beyni sulanmış hafızlara döndüler. Biz kuranı duvarlara asmış, ancak tören olarak okuyoruz, musiki ile duygulanmak için okuyoruz. Aklımızla anlayıp davranışlarımızı geliştirmek için ise, başkalarının bize anlattıklarına bağlanıyoruz.'(5)
b.. ‘Arapça yazılmış olan kuran; Türkler için tekrarlanan, fakat anlamını bilmediğinden dolayı, ses ve nağmeden öte işlevi olmayan bir kitap görünümündedir. Türk halkı kuranın anlamını da öğrenmelidir. Bu husus hüküm sürmekte olan pek çok hurafe ve geleneğin dinle ilgisi bulunmadığının farkına varılmasını sağlayabilir. Kuranı bilen anlayan Türk halkı, çeşitli çıkar çevrelerince kolay kolay aldatılıp yönlendirilemez. Bu, taklide dayalı dindarlıktan bilinçli dindarlığa geçişin temeli olacaktır.'(5) diyordu.
Kuran’ın pek çok ayetinde ‘Ben Kuran’ı düşünün, ibret alın diye .. ‘ (Kamer 17, 23, 32, 40, Taha 113, Nur 60, Sad 29, Yunus 3), ‘Biz onu manasına akıl erdiresiniz diye …'(Yusuf 2, Zuhruf 3), ‘Biz Kuranı anlayıp, nasihat kabul etsinler diye…’ (Ed-duhan 58, Nur 1, 34), ‘Bu kitabı her şeyi açıklayan, doğruyu gösteren bir rehber, bir rahmet kaynağı olarak indirdik (Nahl 89) diyen ilahi emre rağmen, Atatürk’ten 70 sene sonra hala Kuran kursu adı altında, hiçbir şeyden haberi olmayan o küçücük yavrulara kuranın anlamı ve ne dediği yerine, nasıl Arapça okunacağını öğretmeye çalışanların acaba amaçları nedir?
Atatürk’e göre Kuran’ın gönderiliş amacı; insanlara bilgi vermek ve onların davranışlarını yönlendirmektir. Başka kişilerin anlatımlarına bakanlar, Kuran’ın gönderilişinin en önemli amacı olan bilgi edinme ve davranış geliştirme boyutunu ihmal etmektedirler. Türkler Kuran’ı düşünmek, ibret almak ve ders almak için değil, onunla duygulanmak için okumaktadırlar. Atatürk Kuran’ın, halkın kendi dinini daha iyi öğrenmesi, anlaması ve tanıması için Türkçe’ye çevrilmesini istemiştir. Çünkü bir insanın anlamadığı, bilmediği şeye tam ve içten inanması zordur. Yüz yıllarca rivayet ve hurafeler din olarak insanlara anlatılıp dayatılınca, bunun doğal sonucu olarak kuran da bir kenara atılmıştır.
Atatürk, Kuran’da yer alan ve İslam dininin esasını teşkil eden bilgi ve öğretilerle, evrende hakim olan kanunların aynı kaynağa dayandığını söylemektedir. Hem dini gönderenin hem de evrendeki kanunları düzenleyenin yüce Allah olduğunu belirtmekte, inanç ve akıl dengesini ‘İnsana aklı veren de dini gönderen de Allah’tır. Dolayısıyla Allah’ın buyrukları onun verdiği akla aykırı olmaz’ demek suretiyle vurgulamaktadır. (5)
İnsana verilen akıl etme, keşfetme güdüsü ve icat etme yeteneği insanı sürekli ilerlemeye motive eder. Kuran’a göre Allah’ın yarattığı her şey sürekli bir gelişim içerisindedir. Atatürk, tarihin ilk çağlarından günümüze kadar insanlığın bir gelişim içerisinde olduğunu, tıpkı bir çocuk gibi evre evre gelişip günümüze ulaştığını belirtir. Atatürk’e göre insanlık, bilgi ve kültür bakımından artık belli bir olgunluk düzeyine ulaşmıştır. Allah’ın, bu gün artık ileri düzeye ulaşmış insanlığa gönderdiği dinin, akla ve bilime aykırı olması düşünülemez. Bilimin ışığında ilerlemek dine aykırı değildir. Batı bilimsel ilerlemenin sağladığı teknolojik kazanımlar sayesinde İslam dünyası karşısında üstünlük sağlamış, siyasi ve ekonomik başarılar elde etmiştir.
Atatürk, ‘Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam’ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dindir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı’ demiştir. (5) İslam’da bilime verilen önem Kuran’da da açıkça belirtilmektedir. Kuran ayetlerinde Allah; insanları düşünmeye, incelemeye ve araştırmaya çağırır. (Bakara Suresi, 164. Ayet)
Atatürk, her şeyi Allah’tan bekleyen anlayışı doğru bulmaz. Tövbe suresinin 14. ayeti ‘Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin..’ demektedir. Ayette de açıkça görüldüğü gibi; insan ve toplum bir konuda üstüne düşen görevleri yerine getirdikten, güç ve imkanlarını sonuna kadar kullandıktan sonra neticeyi Allah’tan beklemek durumundadır. Atatürk, insanın gücü dahilinde, imkanı dahilinde olan iş ve durumlar hakkında gerekli araştırma, düşünme ve değerlendirmeleri yaptıktan sonra eyleme geçmeyi önerir. İnsani gerekleri yerine getirmeden, Allah’tan bir şey beklemenin yanlışlığına dikkati çeker.
Atatürk, İslam aleminin içinde bulunduğu acınacak duruma da değinmekte; ‘Ehli İslam’ın duçar olduğu zulüm ve sefaletin elbette bir çok müsebbibi vardır. Alem-i İslam hakikat-i diniye dairesinde Allah’ın emrini yapmış olsaydı, bu akıbetlere maruz kalmazdı. Allah’ın emri çok çalışmaktır. Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor’.(5) diyerek, Müslümanların maruz kaldığı yıkımın ve içine düştükleri yoksunluğun en önemli sebebinin yeterince çalışmamak olduğunu ifade etmektedir.
Kuran insanları bilime teşvik ederken, bunun tam aksine zamanla Müslümanlar İslam’dan uzaklaşmış, İslam’ın altın çağının sonu olan 1100’lerden itibaren akıl ve bilimsel çalışmalar bir kenara bırakılarak, salt ibadete ve hatta saptırılmış inanca dayanır hale gelinmiştir. Bu dönem Müslümanların kuran dininden uzaklaşıp, genellikle bidat ve hurafelere inanmaya başladıkları, ölülerden, şeyh, ermiş ve benzeri unvanları kendinden menkul kişilerden medet umdukları dönemdir. İslam’ın içine düşürüldüğü bu acıklı durumu çok iyi gören Atatürk, Türkleri ve İslamiyet’i çağdaş medeniyetle yüz yüze getirmiş, hem Türkiye hem de İslam dünyasında yeni bir çığır açmıştır.
Atatürk, gittiği her yerde hoca ve imamlarla din-kuran konusunda sohbet edip, Arapça metinlerin Türkçe anlamları hakkında sorular sorardı. Bir Konya gezisinde, Cuma namazında Arapça okunan hutbeyi dinleyen Atatürk’ün, daha önce karşılaşıp konuştuğu Hacı Hüseyin Ağa ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:
– ‘Hutbeden ne anladın hacı, doğruyu söyle’
– ‘Ne anlayayım oğlum; okuyorlar, biz de dinliyoruz. Ben cahil adamım. Tabii anlayan anlar. Sizler anlarsınız.’
– ‘Ben de anlamıyorum.’
– ‘Nasıl anlamazsın? Geçen gelişinde Elham’ın, Kulhü’nün manasını bana verdin. O günden beri düşündükçe hep ağlarım. Hocalara gidip; haydi düşün önüme, sizi paşaya imtihan ettireceğim dedim. Bak korkudan yanına yanaşamadılar, gelemediler’. (6)