Atatürk’ün İnancı Nasıldı?
Atatürk Edirne ziyaretinde Selimiye Camii’nin içini dolaşırken, mihrapla büyük avizenin arasında durarak yukarıdaki yarım kubbenin üzerinde Arapça yazılı olan ayeti okuyarak müftüye sorar. ‘Hocam bu ayet Tevbe suresi 18′ nci ayet değil mi?’ der. Müftüden ‘Evet paşa hazretleri’ cevabını aldıktan sonra müftüye ‘Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?’ diye sorar. Hocanın doğru cevabı üzerine teşekkür edip ‘Evet bende öyle biliyorum’ (7) der. Hat sanatının ağdalı uygulamasıyla kubbeye yazılı ayetin hem Arapçasını ve hem de Türkçe anlamını bilecek kadar İslam konusunda birikimli bu büyük, bu güzel insana ‘Dinsiz, din düşmanı …’ diyenlerin, her halde Allah katında verecekleri hesapları olacaktır.
Atatürk inançlı bir insandı. Büyük Millet Meclisi’nin 23 Nisan 1920 Cuma günü açılmasını emretmiştir. Bu açılışın 21 Nisan 1920’de tüm Türkiye’ye gönderilen bildirgesi, bildirgeyi bizzat kaleme alan Atatürk’ün, samimi inancını açıkça gözler önüne seren tarihi bir belge niteliğindedir:
1. Allah’ın yardımıyla 23 Nisan Cuma günü, Cuma namazından sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır.
2. Vatanın bağımsızlığı…… ve kurtarılması gibi çok önemli vazifeleri olan Meclisin açılış gününü, Cumaya tesadüf ettirmekten maksat, o günün kutsallığından faydalanmak ve açılmadan önce sayın milletvekilleriyle Hacı Bayram Camii’nde Cuma namazı kılmak, Kuran ve namazın nurlarından faydalanmaktır…
3. O günün kutsallığını güçlendirmek için bugünden başlayarak valiliklerde, vali beyefendinin düzenlemesiyle hatim indirilecek, muhayiri şerif okunacaktır. Hatmin son kısımları Cuma namazından sonra Meclis binası önünde tamamlanacaktır….
Atatürk’ün din konusundaki samimiyetini ve dinine olan bağlılığını ortaya koyan diğer bir tarihi delil de, onun çıktığı bir yurt gezisi sırasında Balıkesir’de 7 Şubat 1923 tarihinde Zağanos Paşa Camii’nde bizzat vermiş olduğu hutbedir. Atatürk, Allahın birliği ve büyüklüğünden, Peygamberimiz Allah tarafından insanlara dini hakikatleri tebliğe memur ve Resul oluşundan bahsettikten sonra: Efendiler! Hutbe demek halka hitap, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan birtakım manalar ve mefhumlar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi irad eden hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber zamanında hutbeyi kendileri verirlerdi. Gerek Peygamber Efendimiz gerekse Hulefay-ı Raşidin’in hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, söyledikler şeyler, o günün meseleleridir. O günün askeri, idari, mali, siyasi ve içtimai konularıdır. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdır. O da milletin reisi olan zatın halka doğruları söylemesi ve halkı aydınlatması, halkı umumi ahvalden haberdar etmesi son derece ehemmiyetlidir. Çünkü herşey açık söylendiği zaman halkın dimağı faaliyet halinde bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek, şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir… (5)
Şüphesiz Atatürk; tarihin şahit olduğu en büyük komutan ve devlet adamlarından biridir. Bunu tüm dünya kabul etmektedir. Atatürk’ü, askeri dehasının ve devlet adamı vasfının yanı sıra insan olarak da ön plana çıkartan birçok önemli özelliği vardır. Tevazuu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliği, duygusallıktan uzak akılcı yapısı, ahlak anlayışı, dinine karşı olan hassasiyeti, kararlılığı, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe verdiği önemi bunlar arasında sayabiliriz. Bu özellikler incelendiğinde; Atatürk’ün ahlakının pek çok yönüyle Kuran ahlakı ile uyum içinde olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Atatürk’ün yakın arkadaşı, TBMM’nin Gaziantep mebusu Kılıç Ali Paşa, Atatürk’ün müşfik, anlayışlı ve kibar kişiliğini şöyle özetlemiştir:
– Atatürk, çok müşfik, çok ince, çok vefakar bir insandı. Vefasızlara, vefasızlıklara karşı son derece gücenir ve üzüntü duyardı. Yakınlarının, sevdiklerinin hususi, hatta ailevi dertlerini dinler, adeta bir baba şefkatiyle onlara çareler arar, onları teselli ederdi. İnsan onun huzuruna çıkarak dertlerini döktükten sonra rahatlar, kalbi huzur dolarak büyük bir ferahlık içinde yanından çıkardı. (Bakara Suresi 263. Ayet). (8)
– Atatürk; çok sabırlı bir insandı. Bazen sofrasında, kendisiyle davetlileri arasında, mebuslarla, arkadaşlarıyla mücadele şekline dökülen öyle münakaşalar olurdu ki, onun müsaade ve müsamahasından cüret alınarak gösterilen taşkınlıklara sabır ve tahammül gösterebilmek için, ancak ve ancak Mustafa Kemal olmak lazımdı. (Enfal Suresi 66., Bakara Suresi 177., Ali imran Suresi 186., 200., Nahl Suresi 126. ve 127. Ayetler). (8)
– Atatürk iki yüzlü, riyakar, dalkavuk insanlardan hoşlanmazdı. Hiç kimsenin gammazlık etmesine, yahut birbiri aleyhinde dedikodu yapmasına müsamaha etmezdi. Böyle bir hal vukua geldiği takdirde, ilk fırsatta o iki insanı yüzleştirirdi. (Hümeze Suresi 1. Ayet). (8)
– Atatürk’ün en büyük özelliklerinden biri de, yaşadığı çağın çok ötesinde bir dehaya ve başarılarla dolu bir yaşama sahip olmasına rağmen, son derece mütevazi ve alçak gönüllü olmasıydı.
– Atatürk’ün istişare, yani farklı insanların görüşlerini alma konusuna verdiği önem bir kaynakta şöyle anlatılır: ‘O, harikulade zekasına, büyük görüş kuvvetine, hadiseleri tahlil derinliğine dayanmakla beraber, başkalarının fikir ve mütalaalarına da kıymet verirdi. Onun en kuvvetli tarafı, belki de en büyük kudreti, istişare etmesini bilmesi ve istişareler sonunda kendi eşsiz mantığını hadiselere hakim kılmasıydı.’ (Şura Suresi 38. Ayet). Atatürk bu özelliğini şu cümlelerle özetlemiştir: ‘Ben diktatör değilim.. Çünkü, ben zoraki ve insafsız davranmayı bilmem. Ben kalpleri kırarak değil, kazanarak hükmetmek isterim.'(8)
Atatürk kendini yetiştirmeye çok önem veren, sürekli okuyan, yeni fikirlere açık, nezih bir kişiliğe sahip, giyimine dikkat eden, kuvvetli ve zinde bir insandı. Bulunduğu mekanların düzen ve tertibi konusunda da titizlik gösterirdi. Sofra, yobaz kesimin içki alemleri yapıldığı iddialarının aksine, Atatürk’ün karar ve düşüncelerinin adeta mihrak noktası, müdavimlerinin ise feyz kaynağı idi. Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen, Atatürk’ün sofrasını şöyle anlatır: ‘Şu bilinmelidir ki, Gazi Paşa’nın sofrası asla bir işret alemi yeri, bir vakit geçirme, bir zaman öldürme yeri değildi. O, bu sofrayı adeta bir okul haline sokmuştu. Dünya sorunlarının, yurt sorunlarının, ilmin, felsefenin, sanatın, insanlık idealinin ve uygar Türk Ulusu’nun geleceğinin sabahlara kadar tartışıldığı bir okuldu bu sofra… Aydınlıklarla, iyi niyetlerle dolu bir sofra.’ (9)
Atatürk’ün tavır ve davranışları, Allah’ın bir çok ayette insanlara emrettiği Kuran ahlakına uygun bir davranış tarzıdır. Kuran’ın binlerce ayeti incelendiğinde; şefkat, merhamet, ince düşünce, vefa, sabır, dürüstlük, yalan söylememe, affetme, bağışlama, alçak gönüllülük, tevazu, hoşgörü, adil olma, iftira, fitne-fesat, arkadan konuşmama, yardım sever olma ve çok çalışma gibi birçok özelliğin insanlar tarafından sahip olunması gereken hasletler olduğu görülür. Allah bizden Kuran da belirttiği bilgili, çalışkan, iyi ahlaklı, dürüst, yardımsever, başkalarının hakkına saygılı ve erdemli insanlar olmamızı istiyor. Bu gün İslam dünyasının en büyük sorunu, dini sadece ibadet etme olarak anlama ve yapma noktasına indirgemiş olmalarıdır. Sadece namaz kılarak ve oruç tutarak İslam dininin gereklerini yerine getirileceği ve cennete ancak ibadet ederek gidileceği cahil halk kitlelerine empoze edilmektedir. Halbuki Atatürk’ün belirttiği gibi Kuran böyle söylememektedir. Kuranın istediği insan modeli ile şu andaki hurafeleri, batıl itikadı, örfü, gelenekleri din zanneden insan modeli arsında uçurumlar vardır. Atatürk işte bunun için ‘Türk Kuran’ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın. Türkler, dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran, Türkçe olmalıdır’ demektedir.
İşte tam burada ortaya çıkan çarpıcı gerçek veya sorun; okumuş, tahsilli, aydın ve Atatürkçü kesimin Kurana uzak kalmaları, onun gerçek muhtevasından haberdar olmamalarıdır. Biz Atatürk’ün yaptığı ve istediği gibi Kuran konusunda, din konusunda bilgili ve donanımlı olmak yerine, bilgisiz ve cahil kaldığımız müddetçe meydan yobaz ve yarı cahillerin uydurmalarına kalmakta, hiç kimse de ‘hayır, yanlış, o öyle değil, Kuran’da bu konuda şöyle denmektedir’ diye karşı çıkıp konuşamamakta hatta kaçmaktadır. Şu gerçek çok iyi bilinmelidir. İslam dininin kurallarını yalnız ve yalnız Allah, o da Kuran’da yazıldığı şekilde koymuştur. Kuran’da yazmayan, Peygamberimizin uygulamalarında olmayan hiçbir kuralı şu veya bu kimse, şu veya bu şekilde din olarak ileri süremez. Böyle bir davranış, o kişinin kendisini din kuralı belirleyicisi (Allah) yerine koyması demektir ki, bu da hiç kimsenin harcı değildir.
